Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08.05.10, 17:41   #1
Kullanıcı Profili
Renklerin Dansı
S.Moderators
 
Renklerin Dansı - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Tualim.NetRenklerin Dansı
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: May 2009
Üye No: 27
Mesajlar: 3.656
Konular: 2075
Standart Figür Üzerine

yeni figür üzerine


Figür, sanatın vazgeçemeyeceği bir unsurdur; fakat ona, yapanı tarafından yeni bir heyecan katıldığı ve değişik olana yönlendirildiği sürece. Özellikle görsel sanatlar ortamımızda, çoğun biri ya da birilerinin taklidi veya benzeri olmaktan kurtulamayan figür olgusuna, dünyada aşağı yukarı 70’lerden bugüne, hep bir arayış ve açlık içinde bakılarak bu konuda yeni, bir o kadar da çağdaş olanı bulmak için ciddi bir savaş verilmektedir. Ben bu savaştan bazı örnekler vererek, figürün dışavurum ve soyutlamadan ayrı tutulmayarak, sürekli yenilendiğine işaret etmeye çalışacağım.

Öncelikle belirtmek istediğim figür denince ülkemizde hep bir yanlışa düşüldü. Bir kere figürün karşısına, ona karşı bir hareketmiş gibi soyut diktirildi. İşte öncelikle bu aşamada büyük bir yanlış yaşandı. Yine figür denilince, klasik bir güdü anlaşıla geldi hep; yani desen gücü, anatomi bilgisi ışığında insan formunu insan formu gibi veren resim. Hemen bu noktada bir hata daha yaşandı. Evet, figür yalnız insan demek değildi ve bunun anlaşılmamıştı; anlaşılmadığı bugün bile gözlenmekte. Gözle görünür, elle tutulur, hacmi olan her şey bir figürdü; bu gerçek de es geçildi. Özellikle ülkemizde figürü yapan kimse, belki kuvvetli bir desen bilgisine sahip olabiliyordu, hatta bununla övüne de biliyordu, fakat mesela geri planda bıraktığı boya bilgisini atlayabiliyordu, böylece figüratif sanatımızda desenin yanına, bir türlü dışavurum ve soyutu dillendirecek olan renk öğesi kullanılamamış oluyordu. İşte bu ölçekte de hata yapılıyordu. Yine akademizm denildi, desen bilgisi olmayan resim yıllarca reddedildi, ya da bir başka deyişle a-akademizm görmezden gelindi. Dolayısıyla şimdi de ülkemiz sanat ortamında, özellikle görsel sanatlarda figürün yeni, değişik ve farklı olanını yorumlayan kimseyi bulmakta zorlanıyoruz.

Bir eleştiri sorumluluğu dahilinde, dünyada bizim de ortamımızı etkileyecek ya da katkıda bulunacak konulara el atmanın doğru olacağını düşünerekten, bugün son 20 yılda, özellikle insan figürünün kat ettiği yeni yoldan bir kesit sunmaya çalışalım:

Önce figüre eğilim Eskitaş çağı insanından geldi. Mağara duvarlarında gördük o hayvan ve insan figürlerini. Sonra anatomi bilgisindeki eksikliklere rağmen, Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarında bizi farklı bir figür dünyası sarıp sarmaladı. Antik çağ, figüre en klasik ilk hali veren zaman dilimi oldu. Ortaçağda ise, dinselliğe ayak uyduran ve plastik bilginin geride durduğu bir figür anlayışıyla karşı karşıya kaldık. Derken Rönesans geldi ve klasik olana, antikiteye bir dönüş başlayıverdi. Altın oran devreye girdi. Perspektif bilgileri ciddi biçimde değerlendirildi; böylece oran-orantı olgusuna bakış tutarlı bir şekilde ele alındı. Tabii böylece ortaya ölçüleri, kompozisyonları vb. özellikleri itibariyle ciddi, tutarlı ve metodolojik bir sanat çıkıverdi. Aslında, bilinen figür formlarını bozmadan, varolana karşı çıkmadan yeni bir şeyin olmayacağını da, insanoğlu yine Rönesans’ta anladı. Rönesans’ın zaman sınırları içinde maniyerizm denen üslup değişmesi, söylemeye çalıştıklarım paralelinde çok önemli bir yer işgal etti ve Rönesans’ın figür anlayışı bir anda terse dönerek, formal tavır, deformal tavra kucak açtı. Orantısızlık geçer akçe oluverdi. Dikey ve yatay hareketlerin hakimiyetine oval ve “S” hareketleri son verdi. Bu bağlamda, Almanya’da yaptığım bir araştırma maniyerizmin nasıl da çağdaş sanatla ilişkiye geçtiğini gösteren iyi bir delil niteliği taşımaktadır (*). Daha sonra Barok dönem içinde ışık ve gölge oyunlarıyla yaratılan atmosferler içinde figür yeniden değerlendirildi. Peşi sıra figür, sırasıyla Rokoko’da burjuva temsiline katkıda bulunurken, neoklasik süreçte yine bir boyutuyla tarihi canlandıran theatral bir elemana oluverdi. Romantizm’de ise nereye uygun düşerse orada kullanıldı, hatta deneysel bir süreç bile yaşadı. İzlenimcilikte, temel ölçüyü belirleyen ışık olduğu için, görsel sanatlarda figür ışıkla ilgili gelişmelere ayak uydurdu, hatta çoğu zaman ışıkla gelen yeniliklerde de kendini feda etmeyi bildi. İzlenimcilikte figür dünyası, özellikle insan figürü manzara resimlerinin, kent insanının nasıl bir yaşam sürdüğüne dair anlatımlarında eşlik etti. Tema ile ilgilenme yerine, tekniğe dönük araştırmalar sanatta kendini hissettirdiğinden, figür kimi zaman bir renk vurgusundan bile ibaret olabildi. Sonrasında 20. yüzyıl içinde figür, en büyük, kökten değişimleri dışavurumculuk akımında yaşadı. Bu akım kapsamında ortaya çıkan her sanatçı, figür dünyasını kurcalamış, yeni yeni plastik yapılar ortaya koymak için canla başla çalışmıştır. Gerek Kirchner’de, gerek Meidner’de, gerek Kokoschka’da, gerekse Dix’de ortaya çıkan figüratif bakış açılarında dönemin sosyolojik etkileri devreye girerek ve sanatçıda protest bir yapı oluşturarak yeni figür anlayışlarının çoğalmasına katkıda bulundu. Bundan sonra fütürizm'de biçim dünyası farklı bir boyuta girerek, figürü bir illüzyon elemana dönüştürdü, sürrealizmde ise, biçimler dünyası fotogerçek bir dünyaya yaklaştı ve farklı duygusal ortamları çağıran fantastik bir figür dünyasına kapı aralandı. 1950-60’lara kadar böyle gelindikten sonra, bu tarihlerde en önemli dönemeci dışavurumculukla birlikte gelişmeye çalışan ve bunu da başaran yeni figür teşkil etti.

İşte şimdi, dışavurumcu yapıyı yanından ayırmaksızın, bugünlere kadar sürekliliğini korumuş yeni figür yönündeki gelişmeleri örneklendirmeye çalışalım:

Bu bağlamda başlangıcı İngiliz Francis Bacon (1909-1992) ile yapabiliriz. Gerçekten, Yeni Figür yönündeki ilk değişimi dışavurumsal yapısını da devreye sokarak ortaya koyan bir sanatçı kimliktir Bacon. Çok dengesiz bir yaşamı olsa da, buna rağmen figürleri hep bir grafizmle hem kucaklaşmış, açılım kazanmış, yaşamda ve resim içi kompozisyonlarda Bacon’na özgü mekanlarda konumlandırılmıştır. Sanatçı için, figür kadar mekan, kompozisyonun gücü ve etkisi de çok önemli sayılmıştır. Özellikle Bacon’ın figüre kattığı, ona özgü denebilecek deformasyonu, üzerinde durulması gereken taraflarından biridir. İki ve üç boyut kapışmasından yararlanarak mekanın nasıl da şaşırtmacı bir biçimde verilebileceğini örneklemiş ender sanatçılardan biridir. Aslında Bacon tarzı bir figür anlayışının gerisinde, unutmadan söylenmelidir ki El Greco, Van Gogh ve Munch gibi isimler hep vardır.

Yeni Figür konusuna önsel bir katkı olarak Cobra grubu ve onun asil üyelerinden biri olan Hollandalı Karel Appel’in dışavurumla beraber kalın boya ve renk yoluyla figüre getirdiği açılımlar da unutulmamalıdır. Evet Cobra grubu üyeleri dışavurumun farklı bir yönünü ortaya koyarlarken, yanı sıra kullandıkları figürlere de ister istemez Yeni Figür kimliğini katmışlardır. O vakte kadar dışavurum bu kadar hırslı, plastik anlamda da cidden bu kadar coşmamıştı. Benzer anlamda bir başka isim olan Chaim Soutine de kullandığı ekspresif dil ile figüre olan bakış açısına bir yön vermiştir yine ister istemez. Bu noktada ister istemez vurgusunu yapıyorum; çünkü gerek Cobra grubu üyeleri, gerekse Soutine’in amaçlarından birinin yeni bir figür yaratmak olmadığını biliyoruz. Onlara sorgu, dışavuruma ne kattıkları yönünde olabilir, fakat buna rağmen, sonuç itibariyle, bugünlerde yapılan bu değerlendirmelerimiz de, Yeni Figür olgusuna yaklaştıklarını da açıkça ifade eder.

Bu bağlamda yine dışavurumla birlikte figüre ve çevresine değişik gözle bakan isimlerden biri de Alman Georg Baselitz’dir (1938-). Resimlerini ters asarak kendini belli eden bu sanatçıda figür, malzeme ve içten gelen psikolojik haykırmanın bir parçası olarak durur. Özellikle 80’li yıllardaki çalışmalarında ters asmak ve kalın boya ile eleman belli etmek en belirgin özelliği iken, daha sonra 90’lı yıllardaki sorgulamalarının farklılaştığına tanığız. Son çalışmalarında figürü adeta bir kaligrafideki ardışıklık gibi de düşlemiş, figürü önce konturları itibariyle var etmiş, arada kalan boşlukları ise dışavurumsal bir hırçınlıkla boyamıştır. Son dönem çalışmalarında bazı önemli kişilerin fotoğraflarından, ters olarak basit desenler yapmış ve bu desenlere boya da katarak, izleyiciyi farklı çıkışlarına tanık etmiştir. Kendini belli eden, fakat büyük riskleri göz önüne almaktan korkmayan bir sanatçıdır Baselitz. Yeni bir figür yaratmak da zaten risk almadan olacaktır.

Bir figür anlayışı çerçevesinde çağlar boyunca gelişen sanat oluşumlarını izleyiciye düşürdürmeden edemeyen Alman Markus Lüpertz (1941-), 80’li yıllardaki çalışmalarında söz konusu bu özelliğini daha da bariz şekilde ortaya koymaktaydı. Farklı çağrışımları, kullandığı ve kompozisyonun isteği doğrultusunda ayarladığı ışık, renk ve anatomiye bakışıyla... Vermek istediğini önce hissettiren, daha sonra işi izleyicinin yorumuna bırakan Lüpertz, olaya figürü, figürsüz olandan ayırmadan baktığını ve aslında artık zamanımızdaki resim sanatında figürlü ve figürsüzün birbirine eşitlendiğini, hatta birbirini dengeleyenler olduğunun hiçbir zaman unutulmamasını da imlemiştir.
Ayrıca resimde canlılar dünyasını kendince karıştırıp, kurcalayan ve plastik olana da aynı görüntüyü vererek garip sayılabilecek atmosferlerle yola çıkan, canlılar, dolayısıyla figür dünyasına kattığı marjinal duruşuyla Amerikalı Robert Beauchamp’da (1923-) önemlidir. Biçimler ve şekiller dünyasıyla oynama bu sanatçıda farklı bir mitolojik sunuma doğru gitmiştir. Buna “farklı mitoslara doğru” yönelme denir. İşte yeni figür bağlamında farklı bir mitosa ulaşmış, daima bunun peşinde olan bir isimdir Beauchamp. Canlılar dünyasıyla oynama derken, salt deformasyoncu bir tavrı kastetmemiştir. Bu noktada belki de sürrealizmin icatlarından yararlanmaya başlamış, özellikle bu akımın figüre bakışını kendince birazda garipleştirerek sunmanın yollarını aramıştır. Bilinen ve icat edilmekte olanların sentezi olmalıdır aslında günümüz sanatı. Küçük bir yüzdeyle de olsa, bu artık böyle olabiliyor, yeniyi getirmek, bir coşkuyla icatta bulunmak önemli sayılmaktadır.

İngiliz resmindeki yeni figür çabaları da atlanmamalıdır: Bunlardan biri Euan Uglow’dur (1932-). Sağlam akademik insan figürü üzerine farklı, hatta soyut mekanı da dahil ederek yola çıkan bu sanatçı, akademik figür anlayışına aralanmış farklı bir kapı olarak nitelendirilmelidir. Yeri gelmişken söylemeliyim ki şu artık çok gerilerde kalmış akademik figür olgusu, kesinlikle sanatçıyım diyen her kişinin temelde ele alıp değerlendirmesi gereken bir konudur, fakat artık uygulama esnasında bu akademik figür anlayışı tatbik edilse bile, eğer değiştirilmeden, hele hele ona biçimsel bağlamda yeni bir dışavurum eklenmeden sunuluyorsa, ortada sadece koskoca bir hiç olacaktır. Bu konuda dikkatli davranılmalı, bundan sonra figüratif bir çalışmayı müzelik yapabilmeniz için ona bir orijinal süreç katmadan, söylemeye çalıştığımın olmayacağı bilinmelidir. Bu doğrultuda Uglow çok iyi bir örnektir.

Leonard McComb’da (1930-) değişik bir sanatçıdır. Ölüdoğa olgusuna getirdiği bakış son derece çağdaş ve değişiktir. Bu sanatçıda da somut ve soyut gerçeklikler bir arada kullanılarak yeni figüre doğru gidilmiştir. Özellikle bir renge yüklenen kimlik ve o rengin arasından patır patır dökülen figürler, aslında bilindiği gibi Barok resmin can alıcı, en önemli özelliğidir. Barok’ta rengin hangi renk olduğuna kararı veren ışık-gölge iken McComb’daki gibi bir anlayışta, rengin direkt kendisidir. Yani sadece renk yoluyla hem hacimlendirme, hem ışık-gölge, hem de kompozisyonun tanımlaması yapılırken, gizemli bir postmodern tavır bile sergilenmiş olmaktadır.

Yeni figürün deformasyon ve karikatürle ilişkisine en iyi örneklerden biri de İskoç Jock McFadyen’dir (1950-) Aslında dışavurum onun ana özelliği gibi durur, fakat sanatçı figüre kattığı deformasyon dili ile nostaljik de olsa bir öne çıkış yapar. McFadyen oran ve orantısızlık olgularına bakışıyla da şaşırtır izleyiciyi. Ön ve arka plan bağlantılarının da neye uğradığı ortadadır. Bir garipsi bir durum vardır gündemde. Plastik olanın nasıl olup da dekora dönmediğine de iyi bir örnektir sanatçı. Çoğunlukla bu ölçekte bizde hemen iş taklide ve dekorasyona dönebilmektedir mesela. Figür deforme ediş, aslında bir şeyi alıp işleyerek, olduğundan daha garipsi bir hale sokmak demektir. Var olanı illa ki güzelleştireyim çabası değil.

Klasik insan figürü üzerinde oynayarak ve düşünce geliştirerek, olaya Nana esprisinde yaklaşan bir başka sanatçı da Jenny Saville’dir (1970-). Deformasyon ve bu deformasyonu anatomik disipline kabul ettirerek sunumda bulunması açısından çok önemlidir bu sanatçı. Saville, yine bir akademik figürün sanatsal bir abartıya nasıl ulaşabileceğini gösteren bazı ipuçlarıyla karşımıza çıkar. Figür ve beraberinde mekanla oynama işinin bir arada nasıl olabileceğine, hatta boyutun bir post-modern göz kırpmaya kadar nasıl varabileceğinin ispatını bile yapar. İşte önemli olan, ele alınanın-figürün üzerinde düşünce geliştirmek, düşünceleri tutarlı zeminlere oturtabilmektir.

Söylemeye çalıştıklarımın paralelinde, heykel sanatında da yeni figüre yönelik kafa yormalar yok değildir.

İngiliz Elizabeth Frink’in (1930-1993) başkalaştırma olgusu yönünde değişiğe yönelen arayışları, varlık olarak insanın üzerindeki tutarlı ve yerinde oynamalara bizi tanık eder. Kunt bir estetiği de yanına alan bu heykel sanatçısı, özellikle bronz malzemeyi yanına alarak yola koyulmuştur. Heykelde devinimi, tanım koyulmazlığı, gücü farklı yönlerden ve duyumlardan sezdirmeye çalışan sanatçı klasik bir heykel anlayışının da alt yapısında ne denli bulunduğunu da göstermeden edemez. Hatta görüngü boyutunda, fantastik bir dünyanın insan figürlerine nasıl göndermede bulunuyor imlemesini de yapamadan edemez.

Michael Sandle’nin (1936-) kontrüktivizme ve yine başkalaşıma olan katkıları, yanı sıra varlık şaşırtmacılığı yaparak öznenin kimliğine dönük kilitlemelerde bulunduğunu bilmekteyiz. Gerçekten kendine dönük bir yapısalcı tavrı vardır sanatçının. Bu yapısalcı tavır asla anlaşılmaz değildir, fakat oldukça iç içe, grift bir görüntü sunmaktan geri durmaz. Klasik heykel yapısının farklı bir duyarlılığı olmuş- kominist rejimin revaçta olduğu zamanlardaki Demirperde ülkelerinde değerlendirilen- heykel formlarına öykünen bir yanı da vardır. Bu yanının samimi olduğunu zikretmenin yararı büyüktür. Hatta tarihe bir gönderme olarak bile düşünülebilir açıklamaya çalıştığımız bu yan. Fantastizm bu sanatçıda da yok değildir. Bunu heykelin anatomik parçalarını incelediğimizde daha iyi anlarız. Bütünden parçaya veya parçadan bütüne hem teorik hem de plastik boyutta düşünce dönüşleri yapmamızı sağlayan bir isimdir Sandle.

Barry Flanagan’ın (1941-) hareket ve figür algısı üzerinde, izleyiciyle anlamsal boyutta ilişkiye yönelme olayına açılması ve heykele belli bir kavramsal süreci yaklaştırması, yanı sıra heykeli heykel gibi algılamaktan da asla uzaklaşmaması son derece çağdaş, yeni ve yenilikçi bir yapıya işaret eder. Heykelde içeriğe dönük gizilleştirme, anlamı hemen ele vermeme gibi özellikler de Flanagan'ın önemli yanları olarak dikkat çekmektedir. Sanatçı, heykelde klasik anatomi çabalarını görmezden gelen yanıyla da ortadadır. Hareket olgusunun onda bir balerin estetiğinde olduğu kadar değişik algılandığı da belirtilmelidir. Mekanda ve boşlukta gösterilen figürün büyük bir titizlikle ve duyarlıkla ele alınması çok önemlidir. İnsan figürüne yüklenen başka canlı tiplemeleri çok klasik mitolojilere kadar işi sürükler. Başkalaştırma formal olanda geliştiği kadar, plastiğin gerisinde, bunun içini dolduracak olan içerikte de bulunmalıdır.

Yeni Figür olgusu, bugün koleksiyonörden tutunda bir müzeye, hatta ülke transferlerine kadar, yapıtın hak ettiği yeri bulma macerasının kısa sürede, çok da sallanmadan tamamlanması; özetle çağdaş sanatçının klasik ve gereksiz bazı acıları da çekmeden yerini bulması sürecinin tamamlanabilmesi için üzerinde çok ciddi biçimde durulması gereken bir konudur, ana bir başlıktır. Bu ve bunun gibi teorik yükü de cidden ağır olan başlıklar üzerinde, sabırla, iyi analizler yapılarak, tutarlı düşünceler üreterek, bunları geliştirerek, elde edilenleri zaman zaman testlerden geçirerek, eleştirilere tabi tutarak, aşırı yorumlara sürükleyerek, bu eleştiri ve yorumlardan çıkan sesleri, hatta gürültüleri bile kayda alarak durmakta çok büyük yararlar olacaktır. Çünkü tıkanmışlık değil, olsa olsa ortada tembellik olabilir ancak; işte bu unutulmamalı, özellikle konu Yeni Figür olunca...

(*) Özkan Eroğlu, Farklı Yüzyıllarda Yaşamış İki Sanatçının Karşılaştırmaya Yönelik Gelişimleri (El Greco ve Francis Bacon), Gençsanat Dergisi Sayı:7 (Mart 1995), ss.10-14. Bu makale Almanya’da hocam Prof. Herrmann ile yaptığım çalışmalardan bir tanesidir. O vakitler deformasyon ortak noktasında, Greco ve Bacon’ı elden geçirmiştik. Bu konuda özellikle Berlin’deki bazı tezlere de ulaşarak konuyu incelemeye çalışmıştık. Sonuç olarak ortaya çıkan şuydu: Dönemi ve zaman dilimi ne olursa olsun başkaldırıcı bir plastik yapıdan yana olan her sanatçı gibi Greco ve Bacon’ın da bir çok ortak noktada kesiştikleri görüldü. İşte bu bağlamda Gençsanat dergisindeki yazım bir ütopya gibi dursa da, aslında hiç de öyle bir şey olmadığını, aslında ufak tefek eksiklikler içerse bile, yol gösterici bir yazı olarak varlığını sürekli korumaya devam edecektir.



Özkan Eroğlu
__________________
TUALİM.NET
Renklerin Dansı isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla