Tekil Mesaj gösterimi
Alt 30.03.09, 17:28   #1
Kullanıcı Profili
Tualim
YÖNETİCİ
 
Tualim - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Tualim.NetTualim
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Feb 2009
Üye No: 2
Mesajlar: 1.665
Konular: 1221
Bulunduğu yer: İstanbul
Standart Antik Yunan Dünyası

Antik Yunan Dünyası

a) Toprak (oikos) sahipliğiyle özdeş olan Vatandaşlar polisin yerli halkını oluşturan ve belli haklara sahip olan özgür kişilerdir. Bu sınıf, daha sonraları sosyo-

ekonomik farklılaşmalar sonucunda kendi içinde bölünmüş ve içinden yönetim mekanizmasını elinde tutan iyi doğmuşlar (eupatrid), yani Soylular çıkmıştır. Şarap ve zeytinyağı üretiminden büyük kazançlar sağlayıp, Spartalıların farklı pratiğinin de birleşimiyle geniş toprakları ellerinde toplayıp, polise hükmeden soylu sınıfı; iyi doğmuşlar (eupatrid), toprak beyleri (geomor), atlılar (hippeis) olarak belirlenmişlerdir. Özellikle Aristoteles, ilk oligarşilerin ortaya çıkışı ile atlılar sınıfı arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir.

b) Polise dışarıdan gelip yerleşmiş, genellikle zanaat, ticaret işleriyle uğraşan ve varlıklı bir kesim olan Yabancılar (metoikos). Toplam nüfusun onda birini oluşturan bir kesim olan yabancılar, özgür olmalarına karşın, hiçbir yurttaşlık hakkına sahip olmamışlardır. Özgürlükleri bağışlanan köleler de bu kesimin içinde yer almıştır.

c) Üçüncü kesimi, hiçbir hakkı ve özgürlüğü bulunmayan, üretim araçlarını kullanan, daha doğrusu kendisi üretim aracı olan köleler oluşturmuştur. Bu kesim, özellikle ticaret ve endüstride büyük atılım göstermiş Atina gibi polislerde, hızla arttmış, sayıları toplam nüfusun üçte biri kadar olmuştur. Üretimin büyük ölçüde köle emeğine dayalı olduğu Yunan dünyasında, kölelik siyasal bir olgu olarak değil, doğal bir kurum olarak görülmüştür. Bu nedenle, kölelerin durumunu düzeltmekten yana düşünürler olsa da,onların da özgür olmasını savunan düşünürlere rastlanmamaktadır.

Sparta’da ise, Atina’dan daha farklı bir pratik yaşanmıştır. Çünkü Sparta’da, üretimde çalıştırılmak üzere dışarıdan getirilmiş bir köle kesimi bulunmamaktadır. Kölelere ihtiyaç duymayan istilacı Dorların yerli halkı toprağa bağlayarak, onları feodal üretim biçimindeki gibi serfleri andıran bir çeşit toprak kölelerine dönüştürmüş olması bunun nedenidir. Serfleri andıran bu kesim, toprağı işlemekle ve ürünlerinin büyük bir bölümünü Spartalılara vermekle yükümlüdürler. Özgür olmayan, yaşam hakkı da dahil olmak üzere hiçbir hakkı bulunmayan bu sınıfa helot denmektedir. “Spartalılar, kendilerinden sayıca üstün helot’ları boyunduruk altında tutabilmek için “militarist” bir düzen kurmuşlar ve bunlar üzerinde katı bir baskı rejimi oluşturmuşlardır.”

Bu düzen çeşitli sonuçlar doğurmuştur. Örneğin kölelik, “çelişkili bir biçimde ilk aşamada gelişmesine katkıda bulunduğu endüstriyi daha sonraki evrelerde engellemiştir. Bu durum, köleci üretimin yapısından kaynaklanmaktadır; çünkü, kölelerin ellerine yaşamlarını sürdürmeye yetecek olandan öte pek az şey geçmesi ve buna bağlı olarak kendi ürettiklerini satın alamamaları, iç pazar olanaklarının sınırlı kalmasına yol açmıştır”

İç pazarın daralması, sınıfsal dengelerin değişmesi, sosyal yapının farklılaşmasının önünü açan nedenleri oluşturur. Çünkü “soyluların katı tutumu, zaman zaman ezilen kesimin başkaldırmalarına ve hatta geçici de olsa iktidarı ele geçirmelerine yol açmıştır. Örneğin, İ. Ö. 640 yılında Megara’da yoksul köylüler, Theagenes’in yönetiminde ayaklanmış ve kısa zamanda iktidarı alarak zengin toprak sahiplerinin mal ve mülklerine elkoymuşlardır.”(3) Bu sınıfsal çatışmalar, tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğu gerçeği, düşünüşü farklı zeminlere taşıdığı gibi, yeni sınıfsal muhalefet alanlarını da belirlemiştir.

Bu anlamda gelişim çizgisi içinde, soylulara karşı önemli bir muhalefeti başlatıp sürdürenler, kentte oturan çeşitli meslek sahipleri (demiurgoi) olmuştur. Daha önce sözünü ettiğimiz ekonominin canlanmasıyla birlikte zenginleşip büyüyen orta sınıf, özellikle tüccarlarla zanaatkarlardan oluşmuştur. Toprakları ve atları olmayan bu sınıf, sınıfsal savunmasını ancak ağır piyade (hoplit) şeklinde silahlanarak gerçekleştirmiştir. Sayısal üstünlükleri ve falanj*** düzeninde savaşmalarından dolayı süvarilere karşı kendilerini savunabilen bu sınıfın, böyle bir gücü örgütleyebilmesi toplumsal prestijinin artmasında önemli bir rol oynamıştır.

Soylular (eupatrid) ile bu orta sınıfın (demiurgoi) çıkarlarının birbiriyle uzlaşmasına rağmen, bu iki sınıfın zaman zaman siyasal ideolojik düzeyde kanlı çatışmalara varan çelişkileri kaçanılmaz olmuştur. Bu çatışmalarda orta sınıfın (demiurgoi) arkasına kente göçmüş yoksul köylüleri (thetes) ve küçük topraklara sahip olan köylüleri (georgoi) almış olması önemli bir tarihsel olgudur.

Geldiğimiz noktada Yurttaşların (politai) kendi aralarında dört sosyal sınıfa ayrıldıklarını söylemek mümkün gözüküyor:

a) Büyük toprak sahibi soylular, yani eupatrid’ler.
b) Ticaret ve zanaatlarla zenginleşen kentli orta sınıf, yani demiurgoi.
c) Küçük toprakları olan yoksul köylüler, yani georgoi.
d) Toprakları ve belli bir işleri olmayan kentli emekçiler, yani thetes’ler

Daha sonralarıeupatrid’lerin toprakları ellerinde toplamasıyla birlikte bu sınıf iktidara ağırlığını koymuştur. Yaşanan çağ krallıktan azınlık yönetimine geçişin çağıdır. Antik Yunan dünyasındaki siyasal gelişmelerin ve toplum düzeninin geldiği bu noktaların içinde Sparta’nın farklılığı yine göze çarpmaktadır. Krallık kurumunu korumuş olan Sparta, yeni yasalarla biçimlenmeye başlamıştır. Spartalıların toplumsal ve siyasal kurumlarının belirginleşmesinde Lykurgos’un payından sözetmek çok da yanlış olmasa gerek. Çünkü İ. Ö. IX. yüzyılda yasa yapıcı Lykurgos’un, yeni yasaları ortaya koyan düşünür olduğu söylenmektedir. Herodotos’un yazdıklarından anlaşılıyor bu. Herodot Tarihi’ne bakıldığında, Lakiedaimon’lulara göre bu yasayı, yeğeni Sparta Kralı Leobotes’in valisi olarak bulunduğu Girit’ten getirmiştir.

Yasal düzenlemelerin belirlediği kurumlar şöyledir: Yönetimin en tepesinde başrahiplik ve başkomutanlık yetkilerini eşit paylaşan iki kral bulunmaktadır; bu iki kral ile birlikte 60 yaşını doldurmuş 28 soyludan oluşan bir danışma meclisi (gerusia) geçmişten kalan soyluların egemenliğinin yeni düzene yansımalarıdır. Sparta anayasasının en önemli kurumu, 30 yaşını doldurmuş her Spartalı (yani yurttaş) erkeğin doğal üyesi olduğu apella adındaki halk meclisidir. Bu meclis geçmişteki savaş kurultayının yeni bir şeklidir. Hazırlanan yasa ve karar tasarılarının, yasallaşıp yürürlüğe girebilmeleri için halk meclisinin (apella) onayını alması zorunludur. Halk meclisi (apella) ve danışma meclisi (gerusia) birlikte devlet denetçilerini (ephor) seçerler. Bir yargı kurumu olan bu devlet denetçileri (ephor) savaş, barış gibi önemli kararların alınmasının belirleyicisidirler. Beş kişiden oluşan bu kurul, 1 yıllığına seçilir ve kralı dava edip tutuklatabilecek kadar yetkilere sahiptir. Yargılama aşamasında ise, devlet denetçilerinin (ephor) oturumuna danışma meclisi de (gerusia) katılır.

Oluşturdukları kurum ve kurullarla, yönetimde bir siyasal eşitlik arayan Spartalılar, aralarında sağlam bir dayanışma ilişkisi kurabilmek için ekonomik eşitlik arayışına da girmişlerdir. Küçük yaşlardan itibaren kışlalara alınarak askeri eğitiminden geçirilen Spartalılar, yaşamlarını bu kışlalarda beraber yaşayıp, beraber yemek yiyerek geçirmektedirler. Helot’ları çalıştırarak geçimlerini sağlayan bu “asker-yurttaşlar”, hiçbir kazanç getirici işle uğraşmadıkları gibi, değerli madenlere sahip olma hakkına da sahip değillerdir. Satılması ya da elden çıkarılması yasaklanmış topraklar, Spartalılar arasında eşit bir biçimde paylaştırılmıştır. Kapalı bir toplumsal yaşayış içinde olan Spartalıların yaşamı, dış “bozucu” etkilere karşı bir savunma mekanizması olarak geliştirdiği, topraklarına giriş, çıkışların denetlenmesi de dış ticareti en az düzeye indirmiştir. Ayrıca, askerlikle bağdaşmadığına inandıkları sanat ve entellektüel uğraşları da terketmişlerdir.

Krallıktan azınlık yönetimine geçişi bu temeller üstünde kuran Spartalıların siyasal rejimini “askeri bir aristokrasi olarak adlandırmak mümkündür. Yönetimi kendi aralarında geniş bir zemine yaysalar da, sonuçta, kendilerinden sayıca kat kat üstün olan bir sınıf olan perioikos ve helot’lara hükmettikleri de bir gerçektir.

Krallık kurumunun var olması, kralların sıradan birer devlet görevlisi olmalarından ötürü, aristokrasiye monarşik ya da daha doğrusu “diarşik” bir özellik kazandırmıyordu. Buna karşılık, Sparta yönetim biçimi, yalnızca yurttaşlar açısından değerlendirildiğinde, farklı bir yoruma açık bulunmaktadır. Bütün yurttaşların apella’nın doğal üyeleri olarak siyasal yaşama etkin bir biçimde katılmaları nedeniyle, Sparta’nın demokratik, hatta belli ölçüde doğrudan demokratik bir niteliğe sahip olduğu ileri sürülebilir. Ancak bunun, kendi aralarında ortaklaşacı bir yaşam süren küçük bir azınlığın demokrasisi olduğu gözden ırak tutulmamalıdır.

Krallıktan azınlık yönetimine geçişin başlangıcı, Atina polisinde, İ. Ö. VIII. yüzyılın sonlarında Attika kabilesinin soylularının, son kral (basileus) Kodros’u devirip aristokratik bir yönetim kurmasıyla olmuştur. Bu geçiş, hemen kurumların değişmesiyle kendini gösterir. Önceden kralın danışmanlığını yapan soylular kurulu (areopagus), artık, yasama ve yargı yetkilerini tümüyle kendinde toplar. Yürütme işleri, 1 yıllığına, soylular arasından seçilen üç devlet görevlisine (arkhon) verilir. Sayıları sonradan 9’a çıkarılacak olan ve kendi adlarıyla anılan arkhon’ların görevleri şöyledir:

a) Arkhon eponimus: Yurttaşlar arasındaki hukuk davalarına bakmakla görevlidir.
b) Arkhon polemarkhos: Başkomutan ve askerlik işlerinden sorumludur.
c) Arkhon basileus: Din işlerine bakmakla görevli olan devlet memuru.

Atina’da olduğu gibi çevresindeki diğer polislerde de azınlık yönetimi kendi iktidarını tutabilecek kurumları oluşturmuştur. Yunanlılar, bu rejimleri “azınlığın ya da küçük sayının yönetimi” anlamına gelen oligarşi (oligarkhia) olarak tanımladılar. Ancak, servetin yalnız topraktan değil de, taşınabilir mallardan elde edilmeye başlanmasıyla, oligarşiler, zenginliğin ya da zenginlerin yönetimi anlamına gelen plutokrasilere dönüşmüşlerdir.

Gelinen bu noktada zenginliğin ve yönetimin tek elde toplanması, haliyle eşitsiz gelişmenin bir sonucu olarak o oranda yoksullaşma yaratmıştır. Siyasal mekanizmanın dışında kalan demirgoi’ler de hoşnut olmamıştır bu durumdan. Çok geçmeden, İ. Ö. 632’de yoksul halkın da desteğini alarak bir darbe girişiminde bulunan Kylon’un girişimi, soylular tarafından bastırılmıştır.

Sınıfsal çatışmaların yoğunlaşması, kendilerini güvence altına almak isteyen soyluları yasal önlemler almaya itmiştir. Önceleri polislerde düzeni sağlayan yasalar, aristokratik içerikli ve sözlü yasalar olmuştur. Tanrıların koyduğuna inandıkları bu yasalara, Yunanlılar thesmoi**** adını vermişlerdir. Sınıfsal çatışmalar karşısında, yeni sözlü yasaların çıkarılması bu tepkileri dindirmemiştir. Bu baskılar karşısında, yargı kararlarında tutarlılığı sağlamak amacıyla yazılı duruma getirilen yasalar, yine de yoksulların tepkisini durduramamıştır. Yazılı yasaların herkesce bilinebilir olması ve soyluların bu yasaları keyiflerince yorumlayamaz hale gelmeleri sonucu değiştirmemiştir. Hatta soylu aileler arasındaki çatışmalara karşı bile yetersiz kalmıştır.

Atina’lı soylular bu çözümsüzlük karşısında, çok ağır bir ceza yasası hazırlatma kararı alırlar. Bu ceza yasasını hazırlama işi Drakon’a verilir. Böylelikle Tanrısal yasaların (thesmoi) yerini insan aklının yapısı olan (nomoi) yasalar alacaktır. Bu yasalar, var olan iktidarın sınırlarını belirleyen bir olgu olarak ortaya çıkmıştır. Toplumdaki özgür şahıslar, hukuki açıdan var olan iktidarın karşısında eşit kılınmıştır. Adalet, iktidarda olan sınıfın adaleti olarak, kendi karşısında belli sınıfların haklarını eşit bir şekilde koruyacaktır artık. Böylelikle, devlet otoritesi ile şahıslar arasında doğrudan bir ilişki kurulur ve birey, hukuki bir kişilik kazanır.

Drakon’un, sınıfsal çatışmaların önüne geçmeyi hedefleyen, ölüm cezalarını ve baskıyı, şiddeti yazılı, meşru kılan yasaları da sonuç vermemiştir. Muhalefet daha da büyümüştür. Ekonomik açıdan güçlenen orta sınıf, siyasal iktidarı paylaşmak için, kendi altındaki sınıfları da politik bir birlik etrafında toplayarak hareket ettirebilmektedir. Bu baskıyı göğüslemekte zorluk çeken soylular, böyle bir birliğin tehlikesini sezmişler ve çelişkinin derinleşmesinin önünü alabilmek için, bazı ayırcalıklarından vazgeçerek, sınıfsal çatışmaları yumuşatmaya yönelik ödünler verme kararı almışlardır.

Bu sıkışma, yasalar konusunda yeni bir açılımı getirir. O da, insan yapısı (nomoi) ve sınıflar üstü olması mümkün olmayan bir aklın koyduğu yasaların, Tanrısal yasalara (thesmoi) karşı bir zaferi olur. Ayrıca, Yunan dünyasının yedi bilgesinden biri olan Solon’a hazırlattırılan bu yasaların, bir insan eli tarafından hazırlanabilir olması, yasanın kutsal, mutlak, değişmez, sonsuz olma niteliğini de ortadan kaldırmak zorunda kalır. Temelinde bir toplumsal uzlaşma ve sözleşmenin ürünü olan bu yasaların göreliliğine işaret eden “Solon, Epimenides’e yazdığı bir mektupta, Atinalılara verdiği yasaların yetkin olmayıp en uygun olduklarını belirtmekte ve yasaları uygulayan yöneticilerin önemine dikkat çekmektedir.

Yasaların dünyevileşmesi, Tanrısal olanı yine de barındırır bünyesinde. Çünkü Yunanlıların gözünde yasaları hazırlayan bilgeler, Tanrısal bir kişiliğe sahiptirler. Yasa koyucu (nomothet) Solon, ilk olarak, özgür bir babadan olan hiç kimsenin köle durumuna indirgenemeyeceği ilkesini getirir. Böylelikle, borç köleliği kaldırılmış, haksızlığa uğrayan kişinin herkesçe korunabilmesine ve her kişinin bir memurun verdiği bir karar karşısında mahkemeye başvurabilmesine ilişkin yasal önlemler alınmış olur. Artık kişilerin güvenliği güvence altına alınmıştır.

Ekonomik bakımdan getirilen düzenlemelerde alınan önlemler, kalkınmayı, siyasi istikrarı sağlamaksızın gerçekleştirilemeyecek bir gerçek olarak ortaya koymaktadır. Bu temelde yapılan ekonomik reformların ilki, toprakların küçük bir azınlık elinde toplanmasını engellemeye çalışan, kişisel toprak mülkiyetine getirilen sınırlama olmuştur. Ayrıca, iç pazardaki ürünlerin fiyat artışının önünün kesilebilmesi için, tahılın dışsatımına yasak getirilmiştir. Ekonomik canlılığı sağlayabilmek için, yeni iş alanlarının açılmasını şart koşmuş ve zanaatkarlara kolaylıklar sağlanmış, yabancı zanaatkarların gelip Atina’ya yerleşmeleri doğrultusunda yüreklendirici politikalar uygulamaya konulmuştur.

Bu reformlar, özellikle yurttaşların siyasal yaşama katılımını sağlamıştır. Ancak, bu reformlar yurttaşları servet ölçütüne göre kendi aralarında 4 sınıfa ayırmıştır. Artık gelir miktarına ve zenginliğine göre, toplumsal yaşayış içindeki bireyin yeri belirlenmiş oluyordu. Çeşitli özgürlükler verdiği varsayılan bu yasalar, aslında, özgürlük söylemi altında sistemin plutokratik niteliğini gizliyordu. “Solon, reformlarıyla hiçbir sınıfın çıkarını gözetmediğini, yalnızca toplumsal uzlaşmayı amaçladığını şu sözlerle savunuyordu: ‘Halka yetecek kadar hak verdim; ölçüyü ne dar tuttum, ne de bol. Gücü ellerinde tutanlara, zenginlikleri ile göz kamaştıranlara yakışığından çok hiç bir şey almayın dedim. Her iki yanı da sağlam kalkanla korudum, haksız olarak hiçbirine ötekini ezdirmedim... İyi ya da kötü her yurttaş için dosdoğru bir adalet sağlayan yasalar koydum... Ben, döğüşen iki düşman dizisinin arasında bir sınır taşı gibi dikildim, durdum.’

Solon’un kendini sınıflar ötesinde tanımlayışı ve tüm sınıflara mesafeli durduğunu iddia eden bir aklı kendinde sembolize etmesi, belki de gerçekten onu Tanrısal kılıyordu. Ancak, Solon’un bu aklı hangi gelir düzeyindeydi ve bu aklın bir servet birikimi yok ise, ne yer, ne içerdi? Her şeyin ötesinde tanımladığı reformlarının sonuçları belliydi. Soyluların elinde bulunan iktidarın statükosunu korumasının yanında kentsoylu zenginlerin hem siyasal yaşama etkin bir biçimde katılımını sağlamış, hem de ekonomik açıdan güçlenmelerine yol açmıştır.

Anlaşılan o dur ki, Solon’un anayasası eski kurumları koruduğu gibi, aynı zamanda bu kurumlara ek olarak yeni kurumlar kazandırmıştır. Özellikle, ileride netleşecek olan kurumlar, yurttaşları politize eden oluşumlardı. Bunlardan ilki, halk meclisiydi (ekklesia). Adından da anlaşılacağı gibi, parçalılığı, farklı sınıfsal konumların bir birleşimini ifade eden halk meclisi, yurttaşların 4 sınıfının da katılabildiği, yasama yetkisine ve devlet görevlilerini seçme hakkına sahip olan bir kurultaydı. Teorik açıdan güçlü gözüken bu meclis, aslında, pratikte önemsiz bir kurumdu. Meclisin kalabalıklığı ve farklı seslerin bir birleşimi olmasından dolayı, bütün sorunların çözümünün bulunup karara bağlanabilmesi mümkün olamamıştır.

Halk meclisinin bu sonuçsuzluğunun karşısında belirleyici olan yine diğer kurumlar olmuştur. Bunlardan birisi, anayasa mahkemesi niteliğinde olan, yasaların bekçiliğini yapan ve daha önce sözünü ettiğimiz arkhon’ların ömür boyu üyesi olduğu bir kuruldu. Areopagus diye adlandırılan bu kurul, devlet işlerini denetlemekle ve anayasaya karşı suç işleyenleri yargılamakla yükümlüydü. Hatta ağır suçlu bulduğu şahısları yurttaşlıktan çıkarabilme yetkisine bile sahipti.

Halk meclisinin gündemini, yani görüşeceği yasa ve karar tasarılarını belirlemekle yükümlü olan dörtyüzler meclisi (bule), her 4 Attika kabilesinden ilk 3 sınıf üyesi 100’er kişinin seçilmesiyle oluşuyordu. Yine soylular bu mecliste ağırlığı oluşturuyorlardı. Çünkü, seçim bölgelerini soyluların etkili oldukları kabilelerin meydana getirmesinin bir sonucuydu bu.

Yüksek yönetici devlet memurlarını, yürütme işlerine bakan 9 arkhon, komutanlar (strategos) ve maliye gibi işlerle ilgilenenler oluşturuyordu. Görevlerinin karşılığı para almayan bu memurlar, genellikle, çalışıp para kazanmak zorunda olmayan, yani büyük toprak sahibi soylulardan ve bir ölçüde kentsoylu büyük zenginlerden seçilmesi, niteliğinin göstergesidir. Ayrıca, anayasada, bu memurların 1. sınıf yurttaşlardan seçilmesi belirtilmiştir.

Tümüyle bu yasaların ve bu yasaları uygulayan kurumların bir yansıması olan, adaleti bu yasalar temelinde uygulayan halk mahkemeleri (heliaia), aristokratik areopagus ile arkhon’ların gücünü yargılama alanında dengeleyen bir kurumdu. 501’e kadar jüri üye sayısına ulaşan bu mahkemelere her yurttaş, kura ile 1 yıllığına seçilebilmektedir.

Bir nevi toplumsal sözleşme niteliği taşıyan anayasal reformların, sınıfsal uzlaşmayı sağlamadığı çok geçmeden ortaya çıkmıştı. Yasaların yazılı hale getirilmesi, sınıfsal çelişkileri ortadan kaldırmadığı gibi, çelişkilerin varlığını belgeleyen bir metin olmuştu. Çatışmaların tekrardan hızlanması, sınıfsal yapıların yeniden örgütlenişine, yani yeni siyasal oluşumların belirmesine kadar gelmişti. Bu oluşumlar, üç tarzı siyasal güç, resmi olmasa da üç “parti” niteliğini gösteriyordu. Toplumsal sınıfları temsil eden bu oluşumların her birinin başında büyük bir aile bulunuyordu.

Aynı zamanda, polisin üç ayrı bölgesinin, üç ayrı coğrafyanın örgütlenmesiydi bunlar. Ovada çiftlikleri bulunan ve oligarşiye geri dönmeyi hedefleyen, liderliğini Philais ailesinin yaptığı soylulardan oluşan örgütlenmeye Pediak’lar deniyordu. Megakles’in önderliğinde örgütlenmiş olan Parali’ler, deniz kıyısında oturan orta sınıfı temsil ediyorlardı. Dağlık bölgede yaşayan, yeterli toprağı olmayan köylüler ve diğer yoksul yurttaşlara dayanan Diakri’ler ise, Peisistratos’un önderliğinde örgütlenmişlerdi. Askeri yetenekleri olan Peisistratos, geniş bir tabanın desteğini alarak, İ. Ö. 560’ta bir darbe ile Atina’da iktidara gelmiştir.

Peisistratos’un bu başarısını aristokratik tarih yazımı, tiranlık (zorbalık) rejimi olarak tanımlamıştır. Doğu kökenli olan tiran (tirannos) sözcüğünün, Yunan diline Lidya dilinden geldiği sanılmaktadır.(10) Oligarşiden demokrasiye geçişi kolaylaştıran, halk tarafından benimsenip halkçı bir politika güden bu tip yöneticileri, soyluların tarih yazıcıları tarih sayfalarına zorba, yani tiranlar olarak geçirmeleri büyük bir yanılgı yaratmıştır. Yunancadaki basileus sözcüğü gibi efendi, kral anlamını taşıyan tiran sözcüğü, Batılılar tarafından Doğulu despotları tanımlamak amacıyla kullanılmıştır.

Yöntem açısından, şu şüpheyi taşımamızın gerekliliği ortaya çıkmaktadır; tarihin ne yazdığından önce kimlerin yazdığına dikkat etmek! Örneğin “Thukydides, Eski Yunan’da tiranların ortaya çıkışını zenginliğin artmasına bağlamaktadır.”(11) Bu yorumun dışında tiranlığın çıkışını salt iktidar fetişizminin bir ürünü olarak ele almak bilimsel temelleri olan bir açıklama niteliğini göstermez. Aksi takdirde Thukydides’in bu çözümlemesinin dışındaki herhangi bir tarih yorumunun şu açıklamayı yapabilmesi gerekmektedir: Büyük bir serveti elinde toplayan küçük bir azınlığın tanımı ne olabilir? Herhalde bu sorunun cevabını da Atina demokrasisi diye vermektedirler.

Peki tiran Peisistratos ne gibi zorbalıklar yapmıştı? İlk olarak Solon anayasasına dokunmayıp yönetimini hukuksal bir çerçeveye oturtmuştur. Dış politikada barışı kollayan, içeride ekonomik gelişmeyi hızlandıran ve alt sınıfların yaşam koşullarını yeniden düzenleyen bir siyaset izlemiştir. Soyluların büyük çiftliklerine el koyup toprakları yoksul, topraksız yurttaşlara dağıtmıştır. Her Atinalının gelirinin onda birini, oluşturulan devlet hazinesine bırakma zorunluluğu getirilmiştir. Bu vergilerden, gümüş madeni gibi zengin madenlerden elde edilen gelirlerle kamusal yapım işleri gerçekleştirilmiş ve ileride Atina’nın önemli güç kaynağı olacak olan deniz filosu kurulmuştur. İşsiz ve topraksız olan yurttaşlara sürekli iş ve gelir sağlanmıştır. Gemilerde tayfa olarak çalıştırılan yoksul köylüler, önceleri maddi güçleri olmadığı için kente inemezlerken, bu gelişmenin sonucunda gemiler limanda beklediği sürece Atina’da bulunup siyasal alana dahil olabilmişlerdir. Bu sonuçları değerlendiren Aristoteles bile; “Bütün işleri yasalara uyarak düzenleyen... çok ateşli bir halkçı ve herkesin iyiliğine çalışan bir adam” olarak tanımlamıştır Peisistratos’u

Peisistratos’un ölümünden sonra yönetim oğulları Hippias ile Hipparkhos’un eline geçmiştir. Oğullarının yönetimi almasıyla bir iktidar ailesi (dynasteia) oluşmuş ve tiranlık soydan geçen bir tür monarşiye dönüşmüştür. Bu durumu fırsat bilen soylular, Hipparkhos’u öldürtürler. Yalnız kalan Hippias’ın iktidarı ise, baskıya dayalı keyfi bir yönetim tarzına evrilmiştir.

İktidarın geldiği bu noktaya karşı, artık halk da tepki göstermeye başlamıştır. Soylular, halkın bu tutumunu da göz önüne alarak, İ. Ö. 510’da Sparta’nın yardımıyla Hippias’ı Atina’dan kovarlar. Atina’da iktidar kavgası yeniden kızışmaya başlar. Çok geçmeden Hippias’ın devrilmesinde önemli rol oynayan Alkmeon oğullarından Kleisthenes, üç yıl sonra halkın desteğini alarak iktidara gelir. Daha önce sözünü ettiğimiz deniz kıyısında oturanların, orta sınıfın” partisi” olan Parali’lerin örgütlenmesinde de yine Alkmeon oğullarından Megakles’in öncülüğü dikkate değerdir. Kleisthenes’in de bu aileden olması sadece bir tesadüf olmasa gerektir.

Kleisthenest iktidarı alır almaz “demokratik reform”larını yürürlüğe koyar. Bu reformların temelinde, aristokratik örgütleniş biçiminin değiştirilmesi vardır. Sınıflı toplumun bir gerçeği olan uzlaşmaz çelişkilerin uzlaştırılması sorunu bir kere daha gündeme gelmiştir. Sınıf çatışmalarının yarattığı istikrarsızlığın egemen sınıfların kaçamadıkları bir sorun olarak sürekli önlerine gelmesi, tarihin akışı içinde sınıfsal uzlaşmanın adı olmuş reformları, doğaya özgü bir toplumsal arınmaya, bir dionysos’cu siyasal etkinliğe dönüştürmüştür.

Uygulamaya konan reformlarla başlayan yeni arınma döneminde, soylulara etkili bir yer sağlayan kabilesel örgütlenme biçimi terkedilmiştir. Kleisthenes, soy üzerine kurulu dört kabile yerine bölgesel nitelik taşıyan yeni bir düzenleme ile on kabileye (phyle) ayırma yöntemini getirmiştir. Kabileler ise deme ya da demos adı verilen bucaklara ayrılmıştır. “Kabileler arası rekabeti önlemek, özellikle bunların sınıf çatışmalarını bölgesel farklılıklarla besleyip alevlendirmelerine izin vermemek amacıyla, on kabilenin saptanmasında ilginç bir yöntem uygulandı: Polis, kent (asty) (yani Atina), kıyı (parali) ve iç bölge (mesogeios) olmak üzere üç bölgeye, her bölge “üçte bir” anlamında trittys denen on bölüme ayrıldı. Eldi edilen otuz trittys, üçer üçer, biri kentten, diğeri kıyıdan ve üçüncüsü iç bölgeden olmak üzere kura çekilerek birleştirildi ve on kabile oluşturuldu. Bu düzenleme ile, kabilelerin heterojen (heteros genos yani karışık türden) bir yapıya sahip olmaları, bir başka deyişle farklı bölgelerden ve karşıt sınıflardan gelen yurttaşlarca oluşturulmaları sağlanmış oluyordu.”

Solon’un getirdiği değişikliklerdeki kabile sistemi, deme örgütleri temel alınarak yeniden düzenlenmiştir. Demet’ler içinde örgütlenen yurttaşların kendi işlerine bakan bir meclisi ve bir mahkemesi olmuştur. Yurttaş listelerini düzenlemek, demarkhos denilen deme başkanlarının yetkileri içindedir. Anayasanın en önemli organı olarak kabul edilen bule’nin 400’den oluşan sandalye sayısı 500’e çıkarılmıştır. Her kabileye 50 üyelik düşecek şekilde, büyüklüklerine göre deme’ler arasında paylaştırılmıştır. 500’ler meclisinin sürekli olmayan toplantılarının yarattığı yönetim boşluğunu giderebilmek için, meclis içinden ondalık sisteme göre oluşturulan bir kurul (prytaneia) yönetimi sürdürmüştür.

Siyasal savaşıma son vermek adına uygulamaya konulan bu şematik toplumsal örgütlenme modeli, sınıf çatışmasını bölgesel dinamiklere bağlamanın bir sonucudur. Ancak, burada unutulan bir nokta vardır ki, o da, siyasal savaşımın nedeni özünde bölgesel çatışma değil, sınıfsal uzlaşmazlıktır. Kendi toplumsal yaşayışlarını yasalarla belirlemelerini diğer toplumlara göre bir üstünlük sayan Yunanlılar, tüm Batı tarihinin şekillenmesinde de çok önemli bir temeli temsil ediyorlardı. Bu durumun yüzyıllara yansıyan bir ideolojik temel oluşturması, Yunan polisleri dışındaki toplumlarda sınıflılığın ve ona bağlı olan üretim biçimlerinin kendine özgülüğünü de olumsuzlayan bir noktaya gelmiştir. Bu olumsuzlama, kendine özgülüğü reddeden ve sonuçta Batı eksenli bir gelişme çizgisini mutlak kılan tarih felsefesinin “yansıma”sıdır.

Geniş bir coğrafyada etkili olan Yunan polisleri, kendi uygarlığının o “etkileyici ve büyülü” dünyasını emeği köleleştirerek kurmuştur. “Kölelik icad edilir edilmez, eski topluluğun ilerisinde gelişmekte olan halklar arasında egemen üretim biçimi halini almış, ama bu halkların sonunda yozlaşmasının da başlıca nedenlerinden biri olmuştur. Tarımla sanayi arasında büyük çapta işbölümünü ve böylece antik dünyanın yeşerip serpilmesini, yani Helenizm’in doğmasını ilk olarak kölelik sağlamıştır. Kölelik olmasaydı, Yunan devleti, Yunan sanatı ve bilimi de olamazdı; kölelik olmasaydı, Roma İmparatorluğu da olamazdı. Ama temelde Helenizmve Roma İmparatorluğu olmadıkça modern Avrupa da olamazdı.

... insanlar ileriye doğru gitmişler ve yaptıkları ilk iktisadi ilerleme, köle emeği yoluyla üretimlerini arttırmak ve geliştirmek olmuştur. Şurası açıktır ki, insan emeği gerekli geçim araçlarından ancak azıcık fazlasını yaratabilecek kadar üretken olduğu sürece, üretici güçlerin artması, ticaretin yaygınlaşması, devletin ve hukukun gelişmesi, ya da sanatın ve bilimin kurulması, ancak daha geniş bir iş bölümü aracılığıyla gerçekleştirilebilecekti. Bunun gerekli temeliyse, basit el emeğine bakan kitleler ile emeği yöneten, ticareti ve kamu işlerini yürüten ve daha sonraki bir aşamada, sanat ve bilimle uğraşan mutlu azınlık arasındaki geniş iş bölümüydü. Bu iş bölümünün en basit, en doğal biçimi ise kölelikti.

Büyük bir servet birikimini sağlayan o emeğin salt Yunan yarım adasına ait bir olgu olduğunu söylemek de safdillik olur herhalde. Geniş bir coğrafyada yaşayan halklar içinden Yunan yarımadasına getirilen kölelerin emeği ve buraya yerleşen yabancıların taşıdıkları birikim, emperyalist politikaların yüzyıllar sonrasına (gerek Roma, gerekse Amerika’da olduğu gibi) yayılan açılımında önemli bir siyasal genetiği oluşturmaktadır. Dolayısıyla, emek, bir uygarlığın oluşumundaki temel kurucu olan değerin nedenidir.

Antik Yunan Dünyası’nın “demokratik” birikimi de bu nedenler üstüne kuruludur. Sınıflı toplumun erken oluşumu, çelişkilerin belirginleşmesi ve durmaksızın süren sınıf çatışmalarının varlığı, demokrasi kavramının ortaya çıkışında önemli bir etkendir. Demokrasi kavramı zaten sınıflı topluma ait bir olgudur.

Ancak Yunan polisleri içinde demokrasinin dozajı yine emperyalist politikaların uygulanışına göre farklılıklar göstermiştir. Kendi içinde çelişkiler yaşayan Yunan polisleri, Perslerin saldırıları karşısında iç çekişmelerini bırakarak askeri açıdan bir dayanışma içine girmişlerdir. İlk Pers saldırısı karşısında falanj düzeniyle savaşan Atina ordusu, saldırıyı geri püskürtür. Bu yenilginin ardından ikinci bir saldırı için on yıl bekleyen Persler, güçlerini toplayıp yeniden Yunan yarımadasına ayak basarlar. Thebai polisi teslim alınır. Atinalılar bu akın karşısında Peloponnesos’a kadar çekilmek zorunda kalırlar. Persler, bu süreçte Atina’yı iki kez altüst ederler. Büyük bir donanma kurmuş olan Atinalılar, diğer polislerin de yardımıyla Pers donanmasını bozguna uğratırlar. Ardından, oluşturulan Sparta kralı Pausanias komutasındaki birleşik Yunan ordusu, Persleri Anadolu içlerine kadar sürerler. Daha sonra tümüyle yok edilen donanmasıyla Persler, Ege’den ve Akdeniz’den sökülerek atılırlar.

O dillere destan olan Atina demokrasisinin yükseliş döneminde bu savaşların çok önemli etkileri vardır. Bir avuç azınlığın yönetimde belirleyici olması ve alt sınıfların siyasal yaşama aktif katılımları bu süreçte daha da fazla belirginleşmiştir. Aynı zamanda bu süreç tüm Yunan polislerinin hiyerarşik sıralanışı içinde, Atina polisini emperyalist politikaların tepesine oturtan ve belirleyici bir rol oynayan konuma getirmiştir. Çünkü, İ. Ö. 478’de Atina polisinin başı çektiği bir örgütlenmeye giden Yunan polisleri, Pers saldırıları karşısında, özdeş bir askeri birliğe gitmişler ve Attik-Delos birliğini kurmuşlardır. Bu özdeş birliğe üye olan her Yunan polisi, gücü oranında, Delos Birliği’ne gemi, asker ve para vermek zorunluluğunda olmuştur. Donanması, ordusu ve hazinesiyle özdeş bir birikime sahip olan bu Birlik, ne kadar Atina polisinin etkisini taşıyor olarak gözükse de, Birlik’e üye polislerin temsilcilerinden oluşan bir meclise, karar ve denetim organına sahip olarak yürütülüyordu. Ancak zaman içinde, katılımcısı 300’ü bulan bur Birlik, Atina polisinin egemenliği altına girmekten kurtulamamıştır.

“İlk aşamada Delos adasında bulunan Birlik hazinesini kendi kentlerine taşıyan Atinalılar, ortak parayı, amacı dışında, Atina’nın süslenmesi ve kazançlarının artırılması yolunda kullanmaya başladılar. Ardından Atina, bağlaşıklarını, kendi para birimini ve ölçü sistemlerini kullanmaya zorladı ve onları kendisine haraç ödeyen bağımlı polisler durumuna getirdi. Attik-Delos Deniz Birliği’ni saptırarak emperyalist bir politika izlemeye koyulan Atina, ekonomisini büyük ölçüde yüzlerce polisin sömürülmesi üzerine oturttu ve Birlik’ten ayrılmak isteyenlere karşı acımasız bir şiddet kullanmaktan kaçınmadı.” Böylece Atina “halkı”, bir anlamda yalnızca son derece geniş ve kendi içinde çeşitli bir egemen sınıf durumundaydı. Bu ekonomik demokrasi görünümüne, pek öyle üretilen servetin adaletli bir biçimde bölüşülmesi yoluyla değil, sömürüden sağlanan kazançların bir kısmının Atina halkının fakir kesimlerini yoksulluktan kurtarmak için harcamasıyla varılmıştı.

alıntı
__________________
TUALİM
Tualim isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla